(click here for English)
İsviçre müzik sahnesinden yükselen Sirens of Lesbos, çok kültürlü kimlikleri ve sınırları zorlayan sesleriyle dünya çapında dikkat çeken bir topluluk. Jasmina ve Nabyla Serag kardeşlerin vokalleri ile yoluna devam eden grup; soul, jazz, hip-hop ve dünya müziğini harmanlayarak kendilerine özgü bir “worldbeat” evreni yaratıyor. Grup, adını Yunan mitolojisindeki sirenlerden ve Lesbos Adası’ndan alıyor; bu isim, hem müzikal hikâyeciliğe olan tutkularını hem de farklı kültürel dokuları bir araya getirme arzularını yansıtıyor.
2014’te “Long Days, Hot Nights” ile Ibiza kulüp sahnesinde bir patlama yaratan Sirens of Lesbos, o günden bu yana popun klişelerinden uzak, derinlikli ve samimi bir yolculuğa çıktı. İki albüm, sayısız iş birliği (JID, Bootsy Collins ve Erick The Architect gibi isimlerle) ve Avrupa’daki etkileyici canlı performanslarının ardından, grup şimdi yeni bir döneme adım atıyor.
Yaptığımız röportajda, Jasmina
ve Nabyla ile grubun hem geçmişini hem de gelecek planlarını konuştuk. Grup
adlarının ardındaki ilhamdan, önümüzdeki aylarda çıkacak yeni albümlerine ve
Türkiye’deki hayranlarıyla ilk kez buluşacakları 23 Mayıs’taki konserlerine
kadar uzanan keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Müziklerinde farklı türleri
bir araya getiren bu yenilikçi topluluğun hikâyesini ve heyecan verici
projelerini kendi ağızlarından dinlemek için okumaya devam edin!
Önce klasik bir soru ile başlayalım. Bir araya gelip müzik yapmaya nasıl karar verdiniz?
Nabyla: Tüm bu proje aslında on yıl kadar önce, 2014'te Mel ve Arci ile başladı, sadece para açısından da karlı olabilecek bir şey yapma fikri vardı. Bundan para kazanmak çok zor ve bu biraz sinir bozucu olabiliyor. Yaptıkları ilk birkaç şarkı için Jasmina'dan vokal katkısında bulunmasını istediler. Sonra ben de onlarla birlikte stüdyoya gittim. Çok eğlenceliydi. Çok pragmatikti ve sonra düşündük ki, birkaç yıl, birçok tartışma ve büyük bir plak şirketiyle çalıştıktan sonra gerçekten ne yapmak istediğimizi bulduk. Tekrar bir araya geldik ve “hey millet, bence çok fazla potansiyelimiz var, hadi gerçekten sevdiğimiz bir şey yapalım” dedik ve asıl amacımızın takdir ettiğimiz iyi müziği yapmak olduğunu düşündük. Ve bu birlikte çalışmaya başladığımızdan dört yıl sonraydı. Sonrası sadece müzik yapmak, birbirimizi müzikal ve kişisel olarak tanımak ve çok çalışmakla geçti. Ve evet, sanırım bu yeni dönem 2018'lerde başladı ve bu da bizi 2020'de ilk albümümüzü yapmaya getirdi. O zamandan beri birlikte çok mutlu bir şekilde çalışıyoruz.
Grubun adı "Sirens of Lesbos" mitolojik sirenlerden ve Midilli adasından esinleniyor. Bir Ibiza hiti yazmaya şakacı bir gönderme olarak başlamış, ancak aynı zamanda Midilli’deki mülteci kampı gibi çağdaş sorunlarla daha derin bir bağlantı kuruyor. Bu ismin müziğinizin ruhunu ve mesajını nasıl şekillendirdiğini düşünüyorsunuz?
Jasmina: Bence bu isim daha çok bir yolculuktu. Çünkü projeye başladığımızda bu ismi daha çok kulağa hoş geldiği için seçmiştik. Ve ürettiğimiz müziğe uygun bir his veriyordu. “Neden bu ismi seçelim ki?” gibi derin düşünceler yoktu. Daha çok ismin kulağa nasıl geldiğiyle ve insanların akılda tutmasının kolay olmasıyla ilgiliydi, ancak çok geçmeden, projeyi nasıl inşa ettiğimizi sorgulamaya başladık. Bu aynı zamanda ismin bir yük olmaktan çıkıp sık sık “neden bu ismi seçtik”, “bunun bizimle bir ilgisi yok” gibi şeyler hakkında konuştuğumuz bir şey haline geldiği zamanlardı. Sonra Midilli'deki göç krizi de daha fazla kamuoyuna yansıdı ve insanlar siyasi krizin farkına vardı. İnsanlar başlangıçta neden bu ismi seçtiğimizi bilmiyordu. Ama şimdi proje büyüdükçe, Nabyla ve ben de kimliğimizin ve diasporik geçmişimizin daha çok farkına vardık. İsim bir şekilde projeye uymaya başladı çünkü biz politik varlıklarız, bizim de politik bir geçmişimiz var. Hayatımız politik. Dolayısıyla bu ismin bize belli bir tarzda ya da belli bir türde müzik yapmamız için ilham verdiğini düşünmüyorum, daha çok bu isimle birlikte büyüdük. Demek istediğim, isim aslında en başta da anlamlıydı, ancak son birkaç yılda, belki de son iki yılda, en azından benim için, ismin aslında projeye çok uygun hale geldiğini fark etmeye başladığımızı söyleyebilirim.
Bu çok güzel bir hikaye.
Çocuğunuza bir isim veriyorsunuz, çocuk büyüyor ve belki o isim çocuğu da
şekillendiriyor ya da çocuk ismi şekillendiriyor, yani her şekilde bir uyum oluşuyor,
değil mi?
Grup üyeleri farklı kültürlerden geliyor. Bu kültürel karışım bir araya geldiğinizde nasıl bir sinerji yaratıyor?
Nabyla: Bence, genel olarak, farklı kültürel etkilere, geçmişlere, tarihe, biyografilere sahip insanlarla bir odada bir araya gelmenin, tek bir belirli varsayımın işe yaramadığını anlamanın bir temeli olduğunu düşünüyorum. Şu anda bir İsviçre toplumunda yaşıyoruz ve belirli gerçeklikler burada daha fazla mevcut. Toplumda, farklı dünyaları tek bir kişide birleştirmenin ve farklı etkilerden yararlanmanın nasıl çok karlı olabileceğine dair çok güzel bir anlayış var. Yasmina ve ben, bu işte pek çok benzer etkiye sahibiz ama sonra başka bir geçmişe sahip biri odaya başka bir şey getirecektir. Yani bu bağlamda kimliği gerçekten düşünmek, bence sinerjinin bu odada bulunan herkesle ve müzikal etkilerle başladığı yerdir, belki de. Bu konuda bir şeyler söylemek ister misin Jasmina?
Yasmina: Bence kişiliklerimizi şekillendiren hislerimiz ve müzikal geçmişimiz var. Örneğin benim için Ümmü Gülsüm'ün müziğini dinlediğimde bu çok duygusal bir şey. Ya da Mohammed Wardi. Ama bu daha çok benim müzikal duygusallığımı şekillendiren bir şey, Bu bire bir aynı müziğin kopyalanması gerektiği anlamına gelmiyor, bilirsiniz, “oh, Mohammed Wardi'nin bilmem ne şarkısındaki gitarı seviyorum. Ben de öyle olsun istedim” demekten ziyade “belirli bir duyguyu ya da belirli bir vibe'ı yeniden yaratmak istiyorum” demek gibi bir şeyden bahsediyorum. Bu örneğin tamamen farklı bir enstrüman setiyle yaratılabilir.
Nablyla: Ve hatta farklı geçmişlerimiz sadece diyelim ki ebeveynlerimizden ya da onların biyografilerinden edindiğimiz kültürel geçmişler değil, aynı zamanda sahip olduğumuz pek çok başka geçmiş de var. Örneğin diyelim ki birisi gerçekten Americana müziği seviyor ve bir başkası şu anda trap müziğe çok düşkün. Yaptığımız müzikte bu farklı zevklerin etkisi de çok yüksek.
İsviçre müzik sahnesi sizin için hem bir nimet hem de bir sınırlama gibi görünüyor. Bern'in müzik ortamında büyümek Sirens of Lesbos'un küresel bir vizyon geliştirmesine nasıl yardımcı oldu?
Nabyla: Sanırım birlikte müzik yapmaya başladığımız ilk zamanlarda fark ettiğimiz şey, buranın çok küçük ve sınırlı hissettirmesiydi, bu yüzden en başından itibaren İsviçre müzik sahnesinin ötesine bakmak bizim için gerçekten sezgiseldi. Büyük bir şey yapmak ve gerçekten bu hissi yaşamak istiyorsanız, o zaman İsviçre sınırlarının bize vereceğinden daha büyük bir şey yapmamız gerektiği açıktı. Bu yüzden bu en başından itibaren güzel bir artıydı.
Jasmina: Söylediğin şey burada olmanın hem artısı hem eksisi sayılabilir aslında.
Nabyla: Evet, öyle. Ama bence bu bize yaşadığımız ülkeden daha büyük bir perspektif kazandırdı.
Jasmina: Her şeyden önce İsviçre'de müzik endüstrisi çok küçük. Yani sınırlı. Ayrıca ülke de küçük. Yani bir noktada eğer canlı çalıyorsanız ki canlı çalmak bir müzisyen olarak sizin için çok önemli bir gelirdir, burada dezavantajlı bir durum var diyebilirim.
Ülkenizdeki müzisyenler için canlı müzik mekanları veya sahne alabileceğiniz festivaller gibi fırsatlar yok mu?
Jasmina: Var. Hatta ülkenin küçük olduğunu düşününce, çok sayıda festival ve çok sayıda mekan olduğunu da söyleyebilirim. Ama buralarda sahne almak aynı zamanda bir “janra” meselesi. Bir diğer husus da şu: Kendimizi Londra'da yaşayan ve şarkılarını dinleyen bir insan kitlesine sahip olan biriyle kıyaslarsak, diyelim ki burada 3000 kişi var. Londra'da yaşıyor olsaydık bu sayı 15.000 olurdu. Ve bildiğiniz gibi, sektörde bu sayılar önemlidir. Bu yüzden bunun bir dezavantaj olduğunu söyleyebilirim. Kitlenizin olmasını istediğiniz şehirde yaşamıyorsanız, bir kitle oluşturmak çok zor. Ama aynı zamanda bu bir avantaj çünkü bize seyahat etme, farklı yerlerde bulunma, başka şehirlerdeki diğer insanlarla bağlantı kurma fırsatı veriyor.
Bootsy Collins (8 Billion), JID (Like Some Dream) ve Erick The Architect (Bowie) gibi efsanelerle çalıştınız. Bu işbirlikleri nasıl ortaya çıktı? Örneğin Bootsy gibi bir funk ikonunun size ulaşması ya da sizin ona ulaşmanız nasıl bir duyguydu?
Nabyla: Her şeyden önce, tüm bu işbirlikleri işe yaradığı için çok mutluyuz. Bence çok güzel olan bir şey de başka insanlarla çalışmanın, başka bakış açılarına sahip olmanın, başka bir havaya sahip olmanın faydalarını çok erken fark etmiş olmamız. En başından beri insanlara gerçekten ulaşmaya çalıştık ve sonra insanlara yazdık, size cevap yazdıklarında ve sizinle çalışmakla ilgilendiklerinde çok mutlu oluyorsunuz. Örneğin Bootsy Collins'le de aynı şey oldu. “Bootsy Collins'in şu şarkıda şöyle şeyler yaptığını hayal edin, bu harika olurdu” gibi şeyler düşünürken birisi “evet, her neyse, hadi menajerine yazalım, belki ilgilenir” dedi. Ve sonrasında bu gerçek oldu. Pek çok işbirliği de bu şekilde oldu; elimizde pek çok isim vardı ve hepsine ulaştık.
Bootsy Collins ya da Eric the Arctic gibi insanlarla çalışmış olmak bana hala inanılmaz geliyor. Çünkü örneğin Bootsy Collins çok uzun zamandır dinlediğimiz bir isimdi. Bunu gerçekten çok seviyorum.
Londra'dan Amsterdam'a kadar pek çok yerde konserler verdiniz. Canlı performanslardan öğrendiğiniz en büyük ders nedir ya da unutamadığınız bir anınız var mı?
Jasmina: Çok genel olarak hatırlayabildiğim şey, farklı ülkelerdeki izleyicileri şu şekilde ayırabileceğiniz özelliklere sahip olduğu: "Tamam, bu daha neşeli bir kitle, bu daha gözlemci bir kitle, bu daha bla bla bir kitle". Örneğin, Fransa'nın bu kadar coşkulu olmasını beklemiyordum. İki kez Paris'e gittik ve gerçekten harikaydı.
Nabyla: Ve sizi gerçekten dinlemek için orada olan ve sessiz bir şekilde dinleyen bir seyirci türü de var. Böyle yerlerde ilk kez çaldığınızda, “oh, iyi olmayan bir şey mi var acaba” diyorsunuz. Sonra fark ediyorsunuz ki “hayır, bu sadece bir konseri deneyimlemenin çok farklı bir yolu”. Sonra da buna uyum sağlıyorsunuz. Ama bu bizim için kesinlikle bir öğrenme deneyimi.
Jasmina: İnsanlar üzerindeki kültürel etkinin, konser izleme alışkanlıklarını nasıl şekillendirdiğini düşünmeyi de seviyorum. Örneğin sokaklarda ya da kahve almaya gittiğimdeki insanları izliyorum ve sonra bu insanları izleyici olarak gördüğümde bazen “evet, çok mantıklı” diyorum çünkü sokakta da çok utangaçlardı ve şimdi seyirciyken de utangaçlar. Çok mantıklı.
Nablya senin en sevdiğin konser hangisiydi?
Belki de soru şu: En çok eğlendiğinizi hissettiğiniz konser hangisiydi?
Jasmina: Bence “eğlence” dediğimiz şey de çok karşılaştırılabilir değik ama Paris kesinlikle çok iyiydi.
Nabyla: Evet kesinlikle.
Jasmina: Sadece eğlenceyle ilgili de değil, bunun amacı olan ve göçmenlerle ilgili bir festival olduğunu biliyordum, ki bu da elbette kalbimize yakın bir konu. Bir konserden keyif almanın farklı türleri var ve bu hala unutamadığımız bir konser.
Nabyla: Son turne döneminde çok yorulmuştuk, yoğun bir son hafta geçirdik ve çok çalıştık. Ve bu haftayı tamamladığımızda, evde birçok arkadaşımızla, ailemizle ve diğer insanlarla birlikte muhteşem bir konser verdik. Sadece şehrimizden olan ve bizi eskiden beri tanıyan insanlar. Tüm bu yoğun turnenin bir ödülü olarak bunu yaşamak da çok güzeldi mesela.
Yeni albümünüz “I got a song, it gonna make us millions” 11 Nisan'da çıkıyor. Bu albümde bizi ne tür şarkılar bekliyor? Kayıt ve şarkı yazma süreci hakkında bize neler söyleyebilirsiniz?
Jasmina: Bu benim için çok ilginç bir soru çünkü süreç o kadar yoğun geçti ki bitirdiğimiz için çok mutluyum.
Nabyla: Bence bu albüm çok farklı, müzikal anlamda çok çeşitli bir albüm. Gitarlarla daha yavaş şarkılar da var, ne söylemeye çalıştığımızla ve ruh halinin ne olması gerektiğiyle ilgili olan şarkılar da. Bu yüzden bence bu albümde çok farklı enstrümantasyona sahip şarkılar ve tam bir Sirens of Lesbos albümü oldu diyebilirim. Öte yandan bir önceki albümü ve bunu dinlediğinizde, bana göre çok net bir çizgisi var ve bu çizgi bence müzikal dilimizin o anki vibe neyse ona bağlı kalması ile ilgili bir durum. Aslında her iki albüm de çok açık ve eklektik. Sadece basit bir dans albümü değil yani.
Jasmina: Bu albümün Nabyla'nın ve benim kişiliğimi daha çok temsil ettiğini ve şu anda içinde bulunduğumuz politik ortamın albümü şekillendirdiğini düşünüyorum. Ayrıca geçmişimizi çok açık bir şekilde yansıtmamız da bizim için önemliydi. Yani, başka hiçbir albümde böyle bir şey yapmamıştık. Diğer albümlere kıyasla ikimizin kim olduğunu daha yalın bir şekilde ortaya koyduğumuzu söyleyebilirim.
Umarım yeni şarkılarınızı İstanbul’da dinleme fırsatı yakalarız. Yeri gelmişken, 23 Mayıs'ta ilk İstanbul konserinizi vereceksiniz. Nasıl hissediyorsunuz ve şehir, dinleyici ya da Türkiye'deki müzik ortamı hakkında bildiğiniz bir şey var mı?
Nabyla: Seyirci hakkında pek değil. Ama daha önce de söylediğiniz gibi, bu konuyu sahnedeyken deneyimlememiz gerektiğini düşünüyorum. Hem seyirciyi hem de şehri tanımak için deneyimlemek gerekiyor. Onun dışında gerçekten çok mutluyum çünkü İstanbul'da olmayı çok istiyordum. Oraya hiç gitmedim. Sen uzun zaman önce bir kez Türkiye'ye gitmiştin, değil mi Jasmina?
Jasmina: Orada yaşayan arkadaşım Meral, belki yedi yıl önce bana İstanbul'a bir şehir gezisi hediye etmişti ama hiç gitmedim.
Nabyla: Orada olmayı çok merak ediyorum. Aslında mümkün olsa orada biraz daha kalmak isterdim ama değil maalesef.
Jasmina: Ertesi gün İtalya'nın Milano kentinde çalacağız. O yüzden fazla vaktimiz olmayacak. İstanbul öteden beri gerçekten gitmek istediğim bir yer. Konser vermek de benim için çok önemli bir şey çünkü bu albüm sürecinde de pek çok kez dünyanın sadece batı bölgelerinde değil başka yerlerinde de konser verebilmeyi çok istediğimizi konuştuk. Çünkü bizim de farklı geçmişlerimiz var. Dolayısıyla en azından benim için, ama eminim senin için de Nabyla, ilk defa batı dünyası dışında bir yerde çalmak heyecan verici.
Kesinlikle burada daha fazla güne ihtiyacınız olacak.
Nabyla: Annemle birlikte gelmeyi çok isterdim çünkü o çok fazla Türk dizisi izlerdi ve ben de onunla birlikte izlerdim. Sanırım İstanbul'a gitmek onun bir hayali ve benim için de tekrar gelmek için bir sebep olabilir.
Jasmina: Bence başka bir sebep daha var, babamız da uzun zaman önce İstanbul'da bir süre yaşamış. Hep birlikte gelmek, elbette şehrin nasıl geliştiğini ve neler olduğunu görmekten heyecan verici olacaktır. Ama tabii bir de İstanbul'da yaşayan arkadaşım Meral var. Onu da görmek isterim.
Müzik dışında tutkuyla bağlı olduğunuz başka şeyler de var mı?
Nabyla: Tutku doğru kelime mi bilmiyorum ama şu anda hem genel olarak küresel anlamda hem de bir birey olarak bu politik alanın içerisinde kim olduğum üzerine kafa yoruyorum. Hayatımı nasıl yönlendirmek istediğimi yönetmek gibi şeylerle zihnimi meşgul ediyorum.
Jasmina: Son beş yılda olan şeyler, sosyo-politik ve jeopolitik gelişmeler ve genel olarak politika hakkında çok daha keskin bir düşünme biçimine sahip odluğumu söyleyebilirim. Ayrıca benim için birbirimizle nasıl ilişki kurduğumuz da çok önemli. Çünkü elbette çok kolektif bir kültürden gelen bir geçmişimiz var ama yaşadığımız yer çok bireyci. Ve tabii ki diasporik bir ortamda yaşayan pek çok insan için bu durum böyle oluyor. Artık büyüdüğüm ve bir de kızım olduğu için, ailemin kültürel geçmişinden gelen her şeyi daha fazla benimsiyorum.. Benim de en çok meşgul olduğum şey bu.
Son olarak, Türkiye'deki dinleyicilerinize vermek istediğiniz bir mesaj ya da eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Nabyla: Şunu söylemeliyim ki İstanbul'a gelip çalacağımız için çok heyecanlıyım.
Jasmina: Evet. Orada olacağımız için çok minnettar, çok mutlu ve heyecanlıyım.
O zaman yazın görüşmek üzere, teşekkürler!
Yorumlar
Yorum Gönder