Ana içeriğe atla

ÜTÜSÜZ VE BURUŞUK BİR RUHUN ŞAİRİ: DİDEM MADAK


Türk şiirinin en iyi kadın kalemlerinden biridir Didem Madak...Şiirlerinde ölüm, kadın ve aşk gibi konulardan çarpıcı bir dille bahsetmiştir...1970 doğumlu Madak, Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdikten sonra; mesleği dışında bir çok işte çalıştı...Şiirleri çeşitli dergilerde yayınlandı..2011 yılında kanser hastalığı nedeniyle aramızdan ayrılan Madak, ilk kitabı "Grapon Kağıtları" ile İnkılap Kitabevi Şiir Ödülünü kazanmıştı...Kendisi sonrasında bizlere "Ah'lar Ağacı" (2002) ve "Pulbiber Mahallesi" (2007) isimlerinde iki muhteşem kitap daha armağan etmiştir..

Didem Madak, Varlık Dergisi'nde Müjde Bilir ile yaptığı röportajda kendisini şu şekilde ifade etmişti:

“Hayatımla ve bir kadın oluşumla ilgili çözemediğim bazı meselelerim var. Bütün bunlar yokmuş gibi davranıp kitabi şiirler yazamam. Şiirlerim ütüsüz ve buruşuk gezdirdiğim ruhumun diyeti bence. Bu yüzden hepsi benden parçalarla dolu. Bu yüzden biraz ‘kadınsı’, durup dururken  bağıran şiirler.”

Virginia Woolf ve Sylvia Plath hayranlığı bilinen Didem Madak, aynı röportajda yaşlanmayla ilgili düşüncelerinden de bahsetmişti:

"Niçin şiir yazmaya başladığımı düşündüğümde şunu fark ettim: O dönem şiir bana, herkesten ve her şeyden çok özgürlük vaat ediyordu. Yaşlanmak da benim için bir özgürlük vaadi aslında. Bu yüzden eteklerinin ucundan sarkan paçalı donlarına aldırmadan, örtmeden – gizlemeden dolmuşa binmeye çalışan, önüne gelen erkeğe yardım etmesi için elini uzatan yaşlı teyzelerin durumu bana çok büyüleyici gelmiştir hep. Yaşlı bir kadın hayatının bir dönemini kadın olarak geçirmiştir, ama artık tam bir kadın değildir. Yani bir kadın gibi kendini gizlemek, korumak zorunluluğu yoktur. Yaşlandığım vakit, şiirimin değişebileceğini düşünüyorum. Gecenin bir vakti kimsenin ilgisini çekmeden bir meyhaneye oturup, herkesin suratını inceleyebilirim o zaman. En fazla, bu buruşuk suratlı kadının niye kendilerini inceleyip durduğunu düşünürler. Sonra çok içip masada sızmama yakın, heyy kocakarı, derler bana, kapatıyoruz, hadi evine git. Genç bir kadın için tam bir yalnızlık mümkün olmuyor aslında. Eskiden cebimde bir falçata taşırdım mesela. Gecenin üçünde hiç korkmadan, arkamdaki ayak seslerini kollamadan, sokaklarda yalnız dolaşabilmek benim şiirime çok şey katabilir gibi geliyor. Yaşlanınca daha rahat ederim diye düşünüp, yaşlanma etkilerini geciktirici krem kullanmıyorum. Ne kendim ne de şiirim için. Ben sanırım yaşlanınca şu kabına sığamayan, çatlak ihtiyarlardan olacağım. Zaten şu an yazdığım şiirler beni, torunlarıma hayatımı anlatmak zahmetinden kurtaracak. O zaman haliyle gece ikiye kadar oturaklı, derin şiirler yazacağım, o saatten sonra da torunlarımla diskoya falan gideceğim. Herkesin ‘kaçık ihtiyar’ı ayıplamasını şiddetle istiyorum."

Özellikle son şiirlerinde dini motiflere de yer veren Madak, Allah ile olan ilişkisini ise şu sözlerle anlatır:

"Dostoyevski sanırım Ecinniler’de şöyle bir laf etmiş: İnananlar her zaman inanmadıklarından, inanmayanlar da her zaman inandıklarından şüphe ederler. Sanırım Tanrı işte o şüphede saklıdır. Onun her yerde ve hiçbir yerde oluşu, onu nerede bulacağımızı bilmememiz bizim kendimize çarpmamıza sebep olur. O zaman ‘gök boş nereye bağlasam atımı’ deriz. Allah’la samimi oluşum öyle uhrevi sebeplere falan dayanmıyor, tam aksine çok basit bir sebebi var: Yaşama içgüdüm. 26 yaşıma kadar her istediğimi yaptım, bu neye mal olursa olsun. Sonra bir gün yolun sonuna geldiğimi hissettim.
Kendime dur demem gerekiyordu. İnsan ya ölerek ya da yaşamaya karar vererek kendini durdurabilir. Ben yaşamaya karar verdim. Bu yüzden Allah benim çaresizliğimdi, artık konuşabileceğim kimse kalmadığı için, konuştuğumdu. Hani adam uçurumdan düşerken bir dala zor zahmet tutunmuş ve dua etmeye başlamış: Kurtar beni Allahım, ne olur kurtar. Bakmış ses soluk çıkmıyor, bağırmış: Başka kimse yok mu? Yalnızlığının ucuna varan, Tanrı ile konuşmaya başlar ve orada başka kimse yoktur. İster istemez şiirlerimde de bu konuşmanın izleri var. Tasavvufun önerdiği iç yolculuğu, önemli bir olanak olarak görüyorum kendi açımdan. Tasavvuf insanı günahkâr, aciz bir kul konumundan uzaklaştırıyor.
Sanırım dervişliğin edebiyatını yeterince yaptık, artık onu yeni bir yorumla yaşadığımız çağa ve hayata katmamız lazım. Dervişlik havuz başında, âlemleri seyre dalmak anlamına gelmiyor yalnızca. Bence artık dervişlik, maçoluk yarışması yapılan bir masada, ‘ben kestiricem, zaten bir işe yaramıyor’ diyen bir adamın ‘iktidarsızlığında’ saklı. Himaye ve işbirliği kabul etmedikleri için boynu vurdurulan, derisi yüzülen dervişleri hatırlamakta saklı. Artık kapılanacak kapı kalmadı. Bizi çağıracak ses kalmadı, ‘çağrıldım, geldim’ diyemeyiz artık. Ahlayıp, oflayıp, ben diyerek kendimi herhangi birinden daha çok acı çekiyor sanışımla, ben dervişlikten ne kadar uzağım. Acımı sessizce çekeceğim bir yol bulursam, dervişlik işte orada saklı. Kırılan kalbimizin hesabını tutmaktan sıkılıp, kırdığımız kalplerin hesabını tutarsak, belki orada saklı. Fuzuli’nin söylediği gibi ‘iyi ile kötü sayma işi bitince mescid de birdir meyhane de.’ Belki dervişlik, bu sayma işini bitirmemde saklı."

Didem Madak'ı özlem ve sevgiyle anarken, halen kendisini okumayanlardansanız, kitaplarını hızlı bir şekilde edinmenizi öneririz.

Ah’lar Ağacı

1-
Bir ilaç içsem bari diye düşündüm,
Biraz kolonya sürünsem,
Ferahlasam, pencereyi açsam.
Şöyle bir şey yazdım sonra:
Yağmur, çamurlu bir elbise dikiyor şehre
Sıkılıyoruz hepimiz bu çamurlu giysinin içinde.
Berbattı,
Bir şiire böyle başlanmazdı.

İç ses diye söylendim,
Ardından Yıldırım Gürses...
Aptal aptal güldüm bir de buna.
Ayşecik vazoyu kırıyor
Ve ‘tamir et bakalım’ diyordu babasına 

Yapıştırsam da parçalarını hayatımın 
Su sızdırıyordu çatlaklarından. 
Karnabahar kızartmıyordu asla 
Başrolde kadınlar. 

Güçlü bir el silkeledi beni sonra 
Sanırım Tanrı’nın eliydi. 
Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan. 
Binlerce yeşil gözü olan bir zeytin ağacı gibi, 
Çok şey görmüşüm gibi, 
Ve çok şey geçmiş gibi başımdan, 
Ah...dedim sonra 
Ah! 

İç ses, diye söylendim 
Çocukken şöyle dua ederdim Tanrı’ya: 
Tanrım bana hiç erimeyen, 
Kırmızı bir bonbon şekeri yolla. 
Eski tül perdelerden gelinlik biçerdik 
Kardeşimle kendimize durmadan, 
Olmayan çayları, 
Olmayan fincanlardan içerdik. 
Olmayan kapıları açardık, 
Olmayan ziller çaldığında. 
Siyah papyonlu olurdu mutlaka 
Resim defterimizdeki damat. 
Yedi günde yarattığımız dünya 
Mutlu olurduk pastel koksa. 

Ve şimdi şöyle dua ediyorum Tanrı’ya: 
Olanlar oldu tanrım 
Bütün bu olanların ağırlığından beni kolla! 

Kaybolmak istemiştim bir zamanlar 
Kapının arkasında yokum demiştim 
Ve divanın altında da. 
Bulamazsınız ki artık beni, 
Hayatın ortasında. 
Kaybolmak istemiştim bir zamanlar 
Beni kimse bulamazdı 
Tanrı’nın arkasına saklansam. 
O Kocamandı, en kocamandı o. 
Bir kız çocuğunun hayalleri kadar. 

Bir zamanlar kendimi 
Bulunmaz Hint kumaşı sanmıştım. 
Kaç metredir benim yokluğum? 
Benden daha çok var sanmıştım. 
Benim yokluğumdan dünyaya 
Bir elbise çıkar sanmıştım. 
Dünyanın çıplaklığına bakmaya utanmadan 
Sonunda ben de alıştım. 
Ah...dedim sonra, 
Ah! 

Güzin Ablası kitaplar olan bir kızdım, 
İçim sıkılmasa o kadar 
Tek bir satır bile okumazdım. 
Taş bebeğim ters çevrilince ağlardı 
Bir derdi var derdim. 
Derdimi demeyi ben taşbebeğimden öğrendim. 
Ninni derdim, ninni bebeğim! 
Cam gözlerini kapardı, naylon kirpiklerini. 
Plastik gözkapaklarının ardında, 
Bilirdim rüyaları yoktu bebeğimin, 
Gözyaşları da. 
Ağladıkça tükürüğümden sürerdim gözaltlarına. 
Bu kadar kolay harcamazdım rüyalarımı, 
Kırmızı çantamda bayram harçlıklarım olmasa. 

İnsan çıtır ekmeği ısırdığında, 
Kırıklar dolar kucağına, 
İşte orası umudun tarlasıdır. 
Ve orada başaklar ağırlaştığında, 
Sayısız ah dökülür toprağa. 

İç ses, diye söylendim 
Ve ah dedim sonra, 
Böyle ah demeyi beli bükük bir ahlat ağacından öğrendim. 

Dallarına salıncak kurardı çocuklar, 
Hızlı yaşanan bir hayatın şarkılarıydı salıncaklar. 
Meyveleri tatsızdı 
Eski bir lanetten dolayı 
Herkes dişlerdi acı meyvelerini, 
Ve herkes söverdi ona. 
İsmini yazardı herkes onun bağrına, 
Ah derdi o. Ah! 

Bıçağın ucundaydı insanların hafızası 
‘İnsan unutandır 
ve insan unutulmaya mahkum olandır.’ 
Tanrı şöyle derdi o zaman: 
Ah! 

Ne çok dikeni vardı ahlat ağacının tanrım, 
Ulaşılamazdı, 
Sen sarılmak istesen ona, 
O sana sarılmazdı. 
Ne çok dikenin vardı Tanrım! 
Ne çok isterdim, 
Sana sarılamazdım. 
Ve şöyle derdim o zaman: 
Ah! 

Ahlat ahların ağacıydı, 
Yaşlanmaya başlayanların, 
İtiraf edilememiş aşkların, 
Evde kalmış kızların. 
Ahlat ahların ağacıydı, 
Cezayir nasıl cezaların ülkesiyse, 
Öyleydi işte. 

Ve etimoloji Eti’lerden kalma 
Bir zaman birimiydi yanılmıyorsam. 
Ve yanılmıyorsam yalnız insanların, 
Kahvaltı edip ağladıkları pazar sabahları yokmuş o zaman. 
Mesela o zamanlar 
Mutsuz olduğunda insanlar, 
Yok olurmuş bazı dakikalar. 

Gülümsedim o sıra, 
Bazen sevinirim, 
Sevinmek nedense hep yedi yaşında 
Ve ah... dedim sonra, 
Ah! 

Bazen ah diyorum durmadan, 
Şimdi ben ahlatın başında, 
Otuz iki yaşımda. 
Ahlar ağacı gibi. 
Rengarenk çaputlar bağladım yıllarca dallarıma, 
Mavi, mor, kırmızı ve yeşil, 
İstedim, hep istedim, 
Sen iste derdim, iste yeter ki 
Vereyim. 
Her istediğimi verdim.Arttım, fazlalaştım, 
Eksikli yaşamaktan. 
Ahlar ağacıyım, gibisi fazla. 
Başka bir şey istemem 
Artık beyazlaşan üç-beş tel saçıma, 
Hesabımı vermekten başka. 

Vasiyetimdir: 
Dalgınlığınıza gelmek istiyorum 
Ve kaybolmak o dalgınlıkta. 

At arabasıyla kağıt toplardı 
Her sabah çingene kadınlar. 
Üst üste yığılırdı buruşuk kirli kağıtlar 
Şaşırırdım 
Kadınların mı yoksa kağıtların mı memeleri kocaman? 

Bir zamanlar öfkem beni zora koşardı. 
Kızıl yelelerim yapışırdı terli alnıma 
Ne eğere gelirsin ne de semere derledi bana, 

Yeniden doğmuş olurdum oysa, 
Öldüğümü sandıklarında, 
Yalnızca kağıtlarda iyi koşan bir at olarak. 

Vasiyetimdir: 
En güçlülerinden seçilsin 
Beni taşıyacak olanlar. 
Ahtım olsun, 
Yükleri ağırlaşsın diye iyice, 
Tabutumun içinde tepineceğim. 


2- 
Bir göl vardı evimizin karşısında, 
Mavi gözleri olan, 
Kara yağız bir şehirde yaşamışım meğer yıllarca. 

Ya siz, 
Nasıl bilirdiniz çocukluğunuzu ey cemaat? 
Nasıldı 
Öldürdüğünüz birinin cenaze namazını kılmak? 

İlk üç vişneyi verdiğinde bahçedeki ağaç 
Annem sevindiydi hatırlarım. 
Ah demişti. 
Ah! 
Üç küçük kırmızı dünya verilmişti sanki ona. 
Annem çok sevinmelerin kadınıydı. 
Bazen sevinince annem gibi, 
Rengarenk reçeller dizerim kalbimin raflarına. 
Annem çok sevinmelerin kadınıydı, 
Sıcak yemeklerin. 
Başına diktikleri o taş, 
Ne zaman dokunsam soğuktur oysa. 
Ben okşadığımda ama, ısınır sanki biraz. 

İç ses! 
Bu bahsi kapa! 

Mutfağa gidip domates çorbası pişirdim. 
Çoktandır öksüz olan mutfakta 
Buğulandı ve ağladı camlar, 
Gözyaşlarını kuruladım perdelerin ucuyla. 
Çoktandır öksüz olan dünyaya baktım, 
Allah babasıyla baş başa kalmış insanlara, 
Poşetin tamamını beş bardak suya boşaltınca, 
Sanki biraz rahatladım. 
Kazanlar dolusu çorba kaynatsam sanki, 
Artık kimse mutsuz olmayacaktı. 
Ah...dedim sonra, 
Ah! 
İç sıkıntımla çektirdiğimiz bu fotoğrafta, 
Aynı vampir gibi çıkacağız. 
Kırmızı çorbama ekmek doğrayınca, 
Sanki biraz ferahladım. 
Karıştırdım ve iç ses diye fısıldadım: 
Hala aç mısın? 

Bir tren geçti yine tam o sıra 
Ustura gibi kara, 
Düdük çala çala, 
Geçti şiirimin ortasından. 
Kes şunu dedim, kes artık! 
Oldu olacak, 
Kan kardeşi olsun ruhumla yollar. 
Merak ederdim, 
Kesik başları ve sarı ışıklarıyla 
Nereye gider bu insanlar? 
Raylar uzanırdı içimde kilometrelerce 
Bir kara yılan gibi, 
Bilemezdim menzil neresi? 

Ah...dedim sonra 
Ve acilen makas değiştirdim. 
İç ses, diye söylendim, 
Raydan çıkma bundan sonra. 

Kuyruk sallardı, 
annemden kalma maaşım 
her üç ayın sonunda. 
Sevinirdi, 
Kocaman bir kara kediyi okşamış gibi ellerim. 
Sarımsak kokulu fötr şapkalı amcalarla, 
Muhabbet ederdik kuyrukta. 
Bizler sarımsak kokan uzun bir dizenin, 
Fötr şapkalı kelimeleriydik, 
Çürük dişlerimizle bizler, 
Dökülmüş harfler gibi kelimelerden, 
Saf ve pembe gülümserdik. 
Bizler her üç ayın sonunda yeniden doğan bebeklerdik. 
Neden ilerlemiyor bu kuyruk derdik, 
Neden hep aynı yerdeyiz, 
Hayattan söz edilirdi, 
Zor denirdi, 
Ve ardından susulurdu mutlaka. 

Fötr şapkalı amcalardan biri 
Ah derdi sonra, 
Ah! 
Kuyruk öfkeyle kıpırdanırdı o zaman. 

3- 
“Bir Arap şairi şöyle demiş, 
Savaşta yenilen halkına, 
Ağlamayın, ağlamayın, acınız azalır” 

Uzun bir dize dayardı hayat her sabah karnıma 
Şiir için düelloya gelmiş bir sevgili gibi, 
Sorardı: 
Daha yazacak mısın? 
Hayır derdim, 
Artık yazmayacağım. 
Ama şöyle denir: 
Kılıç çeken kılıçla ölür. 
Ama şöyle denir: 
Kaderden kaçılmaz. 

Ama yazgısını yaldızlı çokomel kağıtları gibi, 
Tırnaklarıyla düzeltemiyor insan. 
Yıllarca biriktirdim 
rengarenk çokomel kağıtlarını kitap aralarında. 
Aşık olduğumda, 
Çikolata kokardı kırmızı yazgım. 
hayatıma hayat diyemem artık. 
sarı yazgım her sonbahar onu 
biraz daha fazla, ömür yaptı. 
Maviye de, yeşile de dili dönmez ömrümün artık. 

Kara yazgımı şimdi kim bilir 
Hangi kitabın arasında saklıyorsun tanrım? 
Ah.. dedim sonra 
Ah! 

İç ses, diye söylendim, 
Başımda rüzgar vardı 
Başımda uğultular... 
Kalbim usulca kıpırdardı 
Ve ses çıkarırdı dokununca 
Çan çiçeğiyle karıştırırdı onu belki 
Bir başkası olsa. 
Başımda rüzgar vardı, 
Yine esiyordum 
Hızla dönmeye başladı kalbim 
Rüzgargülüyle karıştırırdı onu belki 
Bir başkası olsa. 
Başımda uğultular... 
Fırtına çıktı sonra, 
Yaşadığını anladı kalbim, 
Böyle yaşanamaz derdi 
Bir başkası olsa. 

Bir zamanlar meydan okumak isterdim. 
Kaç meydanını okudum da bu hayatın. 
Yalnızca iki harfini öğrendim: 

H! 

Ah benim nergis kokulu cehaletim... 
Ruj lekeleri bıraktın bardaklarda 
Anlatmak isterdin kendini durmadan 
Bir bardağa bile olsa. 
Ne diyecektin, ne söyleyecektin 
Şairlerin şahı olsan, 
Bir AH’dan başka. 
Ah benim nergis kokulu cehaletim 
Bana yıllarca, bunca sözü boşa söylettin. 
AH! 

Güçlü bir el silkeledi beni sonra 
Sanırım tanrının eliydi, 
Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan, 
Çok şey geçmiş gibi başımdan 
Ah dedim sonra, 
Ah! 

İç ses, diye söylendim. 
Gel! 
Ahlar ağacından sen de biraz meyve topla. 

Vasiyetimdir: 
Bin ahımın hakkı toprağa kalsın...
..







Yorumlar